22 Ağustos 2023 Salı

Kederlerin Yerini Fikirler Alır

 Yıllar geçtikçe, insanın duygu repertuarındaki çeşitliliğe ve o duyguların şahsi dışavurumlarına daha çok şaşırıyorum. İnsan duygularının, ilginç bir dinamiği var. Belli bir anda, bir hayat olayı karşısında, kişi gelişimsel öyküsüne bağlı olarak sahip olduğu duygu repertuarını, aktarımlarını ve olaya vereceği yanıta dair örüntüleri bazen hiç de bilinçli olmadan devreye sokuyor. Hepimiz aynı olayı yaşıyor ama bunu bambaşka işleyip yanıtlar veriyoruz: inciniyoruz, öfkeleniyoruz, çıldırıyoruz, içimize dönüyoruz, şakaya vuruyoruz, olaydan duygusal olarak ayrıklaşıyoruz, bütün duygusal yatırımımızı oradan çekip borsaya (!) yatırıyoruz, kendimizi edebiyatın ve sanatın kucağına atıyoruz, içiyoruz, dağıtıyoruz, kuduruyoruz, sessizleşiyoruz…

Kendimin, çevremin ve danışanlarımın bir hafta önceki büyük toplumsal yıkım karşısında hallerini izlerken aklımdan hep şu geçiyor: Bu çok iyi tanıdığım insanların bu ortak hayal kırıklığı karşısındaki bireysel yanıtlarına hiç de şaşırmıyorum.

Yaşamla nasıl ilişki kuruyorsak, travmatik yaşam olaylarıyla da aynı şekilde ilişki kuruyoruz. Aklımda birkaç gündür bir örnek dönüyor. Tamamen haksız olarak bir hücreye konmuşuz (evet bunun gerçekçiliğinin maalesef farkındayım ancak burada anlatmak istediğim farklı).

Ne yaparsak yapalım bu hücreden çıkma şansımız yok. Ne yaparız? Aslında bunun sinemadan ve edebiyattan da esinlenerek verilebilecek birden çok yanıtı var. Örneğin bir köşeye çekilip, çaresizliği kabullenip, bilinmeyen bir tarihteki özgürlükten ümidi baştan kesip “yok olmayı” bekleyebiliriz. Bir filmdeki gibi boşluk bulup çay kaşığıyla tünel kazmaya girişebiliriz. Avaz avaz bağırıp, küfredebiliriz, kendimize zarar verebiliriz. Yine bir filmdeki gibi çığlık çığlığa şarkı söyleyebiliriz. Kitap da yazabiliriz ki bu epey iyi bir fikir. Bunların hepsini de yapabiliriz, hiçbirini de. Ölmeyi de seçebiliriz, mücadele etmeyi de. 

İşte yaşam bu kadar keskin ikilemlerle geldiğinde, devreye bizim biricik dinamiklerimiz giriyor. Travma karşısında ne kadar esneyip, kırılmadan kurtarabileceğimiz genetik repertuarımızla elbette ilişkili. Ama inanın tek neden bu değil. Eğer doğduğumuz andan itibaren bir belirlenmişlik tek gerçek olsaydı, gerçekten yanmıştık. Yaşam derin bir öğrenilmiş çaresizlik paradigmasından öteye gidemezdi. Bir imkânsızlığı, haksızlığı, yoksunluğu kabul etmekten başka bir çare görememeyi getirir bu. Örneğin ben kendi genlerimden, ailemden getirdiğim baş etme mekanizmalarıyla ömür sürseydim şimdi hâlâ seksek oynuyordum hayatla. Oysa yaşam karşına bin tane bilge insan, bin tane hoca, bin tane kitap, bin tane dernek, bin tane olasılık çıkarıyor. Aynı bireysel veya toplumsal olayla başa çıkmaya çalışan insanlar bir akranlık, duygudaşlık, ikizlik yaşıyor. Yan hücreden birinin şarkısındaki ezgiye tutunmak gibi yani. Benim zihnim olayın etkisiyle hata verdiğinde, elinde kâğıt kalem muhasebeye oturanın yanına yanaşmak gibi. Duymaya, görmeye, hissetmeye yeniden açık olmak gibi.

Travma etkisi yaratan bir olaydan sonra içe dönmek, dinlenmek ve yaşananın tozunu pasını üzerinden atmak istemek de çok insanca. Kendini hemen analizlere açmak, hesap kitap yapmak, özeleştiri yapmak politik de olsa sıradan bir insan için başlangıçta çok da elzem olmayabilir. Bunu bir örnekle açayım. Bir yolculuğa çıktınız. Başından beri tatsız tuzsuz bir yolculuk. Ancak yolculuğun bir yerinde yolun, trafiğin, hava koşullarının vb düzelmesini bekliyorsunuz. Büyük bir umutla o kırılma anına geliyorsunuz, ancak bir de bakıyorsunuz yol çökmüş. O yolculuk noktasının hayal kırıklığından, yorgunluğundan, öfkesinden önünüzü görmeniz mümkün mü? Yolculuğun ne olduğu yol bittikten sonra anlaşılır. Kan ter içindeyken de berrak bir görüş alanı her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle bize travmatik bir deneyim yaşatan sorumlulardan beklentimiz hızlı kaçamak yüzleşmeler değil; zamana yayılmış ama zaman çizelgesi hakkında net bilgilendirmeler yapılmış bir süreç olabilir.

Gelelim işin özüne. Yazının başından beri “travmatik” olay diye bahsettiğim halin yaşadığımız seçimler olduğu aşikâr. Psikolojik terminoloji açısından, geçirdiğimiz bu iki seçimi travmatik olarak adlandırmam aslında mümkün değil. Psikoloji literatüründe travma dediğimizde; kişinin ruhsal ve fiziksel bütünlüğüne tehdit oluşturan olayları kastediyoruz.

Yangın, sel, deprem, kaza, fiziksel veya cinsel şiddet vb. Peki neden bu terimi kullanıyorum? Çünkü yaşadığımız seçimler, tüm bu saydığımız travmatik olayların zihnimizdeki temsiliyeti açısından bir tehdit algısı taşıyor. Biz (ülkenin en azından yarısı) travma niteliği taşıyan tüm bu olayların tek adam iktidarında önlenemediğini, müdahale edilemediğini, sorumluların cezalandırılmadığını tekrar tekrar gördük. Ülkedeki her selde, her yangında, her depremde kayıplar verdik. Fiziksel ve cinsel şiddetin kurbanı olan kayıplar da verdik. Bu en majör travma deneyimleri karşısındaki çaresizliğimizin izdüşümüdür; kurtuluşu seçememiş olmanın zihnimizdeki yankısı. 

Peki ya şimdi? Tüm ihtiyaç, arzu ve değerlerimizden yoksun kaldığımız bu noktada elimizde ne var? Çay kaşıklarımız var. Şarkılarımız, marşlarımız var. Sermaye sınıfının hoyratlığına karşı emeğimiz var. Zamanın eli var omzumuza konan. Yardımseverliğimiz, insancıllığımız var. Kapı gibi Gezi Direnişi’miz var (Gezi şehitlerine ve tutsaklarına selam olsun). Var daha bir şeyler ama dostlar inanın ben de tam bulamadım bu hafta. Bir yolculuk molasından daha erkenden dinlenip yola düşenler bize anlatsınlar, yolun ilerisinde neler var. Bana kalırsa acelemiz yok, elbet biz de silkinip devam edeceğiz. Bu psikolojik yıkım sonrası biz de bu yoldaki yerimizi bulacağız. Gençlik yıllarımda okuduğum bir Carlos Castenada romanında bilge kişi öğrencisini bir verandada sabahtan akşama kadar bırakıyordu. Ona “kendi noktanı bul” diyordu. Öğrencisi tüm günü yerde, güneş altında kendisini en rahat hissettiği noktayı bulmakla geçirdi. Kendini tamamlayan o noktayı bulduğunda akşam olmuştu, ama güzel bir akşam…

Hepimiz kendi kişisel alanımız içinde kendimizi ve hayatımızı yeniden konumlandırmanın bir yolunu bulmalıyız. Eğer istersek çok daha ilkel baş etme yöntemleri de var; karanlık bölümü zihnimizden ayırıp duvar örmek, üstüne çıkıp tepinerek gömmek gibi. Ancak ben bu toplumun en sık başvurduğu bu yöntemleri ruhsal olarak tasvip etmiyorum. Gerçeklik çıplak mı çıplak, acı mı acı. Ama mücadele etmemek için bir neden göremiyorum. Önce kendi biricik alanlarımızdan başlayarak biraz yavaşlamaya, ama yavaşlarken yok saymamaya, dayanışmayı ve örgütlülüğü büyütmeye, ismine bu ara umut demesek de direnmeye ihtiyacımız var. Biz bugüne yıllara yayılan akıldışılıklara, haksızlıklara, eşitsizliklere, hırsızlıklara tanık olarak geldik. Ancak toplumsal reaksiyonların, sosyal medyanın ve güçlü çoğunlukların; toplumsal ve ahlaki yağmanın seyrini değiştirmekteki küçük ama kıymetli etkisini gördük. Sanırım bunu yine yapabiliriz. Daha birçok sosyopolitik manevra gibi. Daha iyi fikirler de gelecektir.

* Marcel Proust’un dediği gibi; kederler çekilince…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder