22 Ağustos 2023 Salı

Karma Eğitimin Psikososyal İşlevi

 Türkiye’de genel olarak eğitime dair bu kadar yoğun sorunlar varken yine dönüp karma eğitimle uğraşmak o kadar talihsiz ki. Örneğin dünden beri herkes YKS sınavındaki temel bölümlerin ortalamalarını şaşkınlıkla konuşuyor. O kadar aşikâr ki; eğitim yetersiz, çok yetersiz! Bu da gösteriyor ki nitelikli bir eğitime erişim açısından büyük eşitsizlikler var. Ancak iktidar bu eşitsizliklere bir yenisini eklemek ve kız çocuklarının okullaştırılamama bahanesine sığınarak tek cins eğitimin yolunu yapmak istiyor. Bu dayatma psikososyal açıdan büyük riskler barındırıyor.

Öncelikle dünyanın her yerinde farklı kademelerde tek cins eğitim kurumları var, hem de yüzyıllardır. Bunların arka planında gelişimsel bir muhafazakârlık var. Erken eğitim dönemlerinde bile olsa okullarda karşı cinsin varlığını bir nevi “ilgi dağıtıcı” olarak gören bir yaklaşım var. Örneğin her kademeden okullarda öğrencilerin okul performansını karma ve tek cins açısından karşılaştıran büyük çalışmalar ve meta-analizler var. Bazı tek cins okulların öğrencilerinde belli performans alanlarında daha yüksek başarı gözlemlenebiliyor gerçekten. Tamam ama diğer hiçbir psikososyal gelişim kriteri baz alınmadan, sadece akademik kazanımı kriter olarak almak anlamlı mı?

Öğrencilerin kendilerine sorulduğunda karma eğitimden daha hoşnut oldukları açık bir şekilde görülüyor. Bakınız bu ruhsal bir ihtiyaçtır. İnsan gelişiminin özünde bile hem hemcins ebeveynin, hem de karşı cins ebeveynin özellikle psikoseksüel gelişim açısından bir anlamı vardır. Bir çocuk içine doğup büyüdüğü ailede gelişirken her iki ebeveynin de ruhsal, psikososyal ve cinsel özelliklerinden etkilenir. Cinsiyeti ve cinsel kimliği geliştirirken de ebeveynlerin ayna tuttuğu özellikleri gözler ve içselleştirir. Okul ortamındaki çocuk için de karşı cins arkadaşını görmesi, gözlemlemesi, ilişkisel anlamda onunla hizalanması ve bu şekilde zihinselleştirmesi önemlidir. 

Bu “zihinselleştirme” meselesi bence cinsiyetler arası her türlü sürecin (kardeşlik, arkadaşlık, meslektaşlık, eşlik, partnerlik vb) belkemiğidir. İnsan canlısı kendinden farklı olan ötekini gözlemleyerek, onunla belli oranlarda temas ederek ve belki de bu ikili ilişkilerde kırılmalar yaşayarak, zihninde bir ötekinin temsilini oluşturur. Bu zihinsel temsil ona sonraki tüm ilişkilerde bir şablon görevi görecek ve onu ötekinin konumuna göre konumlandıracaktır. Gelişimsel olarak bir ötekine (bu durumda karşı cins) maruz kalmamış bireyler kendilerini bir ötekiyle ilişkide yerleştirecek yönü bilemezler. Örneğin çocuk yaşta evlendirilmiş bir kadın ve erkek için birbirleri belirsizdir, bilinmeyendir. Kısacası bir ötekini zihinselleştirmeye olanak vermeyen bir ortam işlevsel olmayan ilişkilenmelere, cinsiyet eşitsizliğine ve buna bağlı şiddete zemin hazırlar.

İktidarın ve onun yanlılarının arzuladığı tek cins okullar nedeniyle aslında doğal gelişimsel süreçten sapılan, yapay ve aşırı baskılanmış psikolojik süreçler söz konusu olacaktır. Kız okulları ve erkek okullarından bahsedilirken anlatılan hikâye ve anekdotlarda aslında hep işin özünden bir uzaklaşma vardır. Yaşam her iki cinsi de üstünde taşıyan bir şey iken, tek cins okullar yapay bir tektiplik ile olası bir cinsel nitelikli etkileşimi baskılamayı amaçlar. Gelişmiş ülkeler de bile (Cumhurbaşkanının hayalindeki Japonya örneğindeki gibi) tek cins okulların olması ve çoğunlukla akademik açıdan yüksek seviyelerde olduğunun iddia edilmesi bundandır. Peki gerçekten karma eğitimin yarattığı cinsiyetler arası “dikkat dağıtıcılık” olumsuz bir şey midir? Anlık akademik performans için zorlasak belki denir, denir de öğrencilerin psikososyal gelişimindeki bedelleri nelerdir?

Eğer okul hayatını sadece akademik performanstan ibaret görürsek, belki de tek cins eğitimin ortaya çıkardığı psikososyal bedeller çok da kritik görünmeyecektir. Ancak okul, okuldan ibaret değildir. Okul bir bağlam olarak 0-6 yaşı anne kucağında / baba ocağında geçirmiş çocuğun 6 yaşla birlikte dahil olduğu yeni ve çok önemli bir gözlemleme, öğrenme, etkileşme, ilişkilenme, gelişme ve varlığını kanıtlama alanıdır. Böyle bir gelişimin mümkün olması için çocuğun okulunda her dinden, dilden, cinsiyetten, sosyoekonomik sınıftan vb arkadaşlarıyla karşılaşması şarttır. Okulda deneyimlenen bu heterojen ortam ve bunların başında da karma eğitim, gelişimsel süreçleri uyarması ve desteklemesi açısından şarttır.

Gerçekten de insan canlısını farklılıklar ve çeşitlilikler geliştirir. Tek cins okullardaki baskı tahmin edebileceğiniz gibi doğallığa, temasa ve etkileşime yönelik ihtiyaçların içeri veya dışarı doğru patlamasıyla son buluyor. Buradaki dert sadece iki cins arasındaki cinsel nitelikli bir temasın baskılanması değil. Buradaki dert okul bağlamının içinde ruhsal ve davranışsal açıdan doğal bir çeşitliliğin (repertuarın) sağlanabilmesi. Kadın davranışı, erkek davranışı, huyları, tarzları, boyları, posları, kokuları, hobileri, kavgaları, tarzları vb konular hakkında fikir sahibi olmaları. Bu çok ütopik bir şey değildir, özünde yaşam bilgisidir.

Karma eğitim psikososyal ve psikoseksüel gelişim açısından büyük önem taşır. Tek cins eğitimle ilgili tek sorun cinsel kimlik ve cinsiyet rollerinin benimsenmesi de değildir. Karma eğitim aynı zamanda bir uygarlık algısı ve bunun gerektirdiği bireysel sınırların gözetilmesini de sağlar. İktidarın yeni dayatma denemesi olarak tek cins eğitim, eşitlik değil gericilik manevrasıdır. Karmadan tek cins okullara geçişin tehlikesi birçok anlamda büyüktür.

Cinsiyetler arası gözlem ve temasların engellenmesi uzun vadede çocukluk çağı evliliklerin, cinsel istismar ve şiddetin ve kadına yönelik şiddetin önünü açar. İktidar kadını erkekten ayırarak geliştirici nitelikte bir cinsler arası rekabet ve kabulün de önüne taş koyar. Doğru olan, doğal olan hayatın içinde olduğu gibi her cinsin bir arada yaşaması, karşı cinse ve ötekilere dair zihinsel temsillerin oluşabilmesi, zihinsel ve psikososyal açıdan geliştirici temasların yaşanmasıdır. Gericiliğe ve karanlığa karşı durabilmek için karma eğitimde ısrar etmek temel bir insanlık görevidir.

Psikoloji Penceresinden Laiklik ve Eğitim

 aşadığımız ülkede, başka bir dünyanın mümkün olduğuna dair umutlar geçtiğimiz ay söndüğünden beri, sanki memleketin “dimmer anahtarı” bir kademe daha kısıldı. Bilmeyenler için “dimmer” elektrik devrelerindeki gerilimi düzenleyerek aydınlık ve karanlık dengesini ayarlayan bir anahtardır. Malum “eller” aydınlığı biraz daha kısıyor ve biz bunu gündemin ortasına düşen “İzmir’de Okullara İmam” haberlerinden anlayabiliyoruz. Farklı kademelerdeki okullar için psikolojik danışman yerine manevi danışman olarak 842 tane imam, kuran kursu hocası vb atanması yeni karanlık gündemimizde. Peki bu durumun çocuklarımızın fiziksel ve ruhsal sağlığı açısından riski nedir?

Okullardaki imamın sadece genel anlamıyla laiklik ve bilime karşı değil de, aynı zamanda kıymetli çocuklarımızın bütünlüğüne bir tehdit olduğu daha önce aklınıza gelmiş miydi bilmiyorum. Şimdi şöyle düşünelim; ilkokul, ortaokul veya lise kademesinde görev alan bir psikolojik danışmanın işlevi nedir? Aslında bir kısmı meslektaşım olan bu uzmanların, okullarda verdiği hizmetin kapsamı başka bir yazının konusu olabilir. Ancak özetle psikolojik danışmanların, çocukların okul bağlamına adaptasyonu ve geliştirilmesine yönelik ölçme ve değerlendirmenin yapılmasına, çocuklarda eğitim hayatlarını engelleyen nitelik taşıyan tutum ve davranışların kollanmasına ve birinci basamakta çocukları etkileyen psikolojik zorlanma ve bozuklukların fark edilmesine hizmet ettikleri söylenebilir. Tüm bu görev tanımlarının psikoloji, psikolojik danışmanlık ve rehberlik ve sosyoloji gibi bilim dallarının bilimsel zeminlerini baz alarak uygulamalarını ortaya koyduklarını söylemeye bilmiyorum gerek var mı?

Okullarda rehberlik ve danışmanlık çok kritik ve merkezî bir iştir ve doğası gereği bilimsel temellidir. Psikoloji temelli her uygulama alanında olduğu gibi, on yılların birikimi olan kuramsal bir bilgi dağarcığı baz alınır. Örneğin sınıf içinde öğretmen ve arkadaşlarına karşı agresif bir şekilde davranan bir lise öğrencisinin, beslenme yetersizliği nedeniyle sınıfta uyuyakalan bir ilkokul öğrencisinin veya dikkat eksikliği nedeniyle okul performansı düşen bir ortaokul öğrencisinin tanınması ve desteklenmesinde rehber öğretmen başrol oynayacaktır. Bu denklemden bilimsel kuram ve uygulamalarla hizmet vermesi beklenen psikolojik danışmanı çıkarır, yerine hiçbir bilimsel altyapısı olmayan “manevi danışmanı” koyarsanız çuvallarsınız.

Din ve bilimin ne kadar da örtüştüğünü kanıtlamaya yönelik yüzyıllık merak ve hevesler ne durumda bilmiyorum, ilgilenmiyorum. Dini ve bilimi ayrı ayrı ele almanın toplumsal, siyasal ve ruhsal bir özgürlük olduğunu düşünüyorum. Öğrenme, bilim ve üretim skolastik düşünce ile değil bilimsel, akışkan ve yaratıcı bir mekanizmayla sağlıklı işleyebilir. Örneğin gelişim psikolojisi açısından bakıldığında çocukların soyut ve ahlaki düşünme becerilerinin 12 yaş civarlarında oturmaya başladığı söylenir. Peki, daha küçük yaşlarda ödevini yapmıyor diye “imam”a yönlendirilen çocuk ne yapacak? İmam ona genel ruhsal durumuyla ilgili bir ön değerlendirme ve motivasyonel bir görüşme mi yapacak? Hayır elbette imam çocuğa ezberleyip okuması için bazı sureler, dualar verip yollayacak. Dinsel yapı ve tarikatlar içindeki istismar vakaları düşünüldüğünde ise, seküler kesim için bu çocuk-imam teması hep endişe verici olacak.

Din özünde ahlak için, dünyaya anlam katmak için, öngörülemez olanı kontrol etmek içinken imandan zengin iktidar döneminde dinsel kurumlar iyice ahlaki çöküşün yuvası oldu. Tarikatlar deyince aklımıza cinsel istismar, kaçırılan ve kaybedilen çocuklar, intiharlar vb geliyor, engel olamıyoruz. Şimdi eğitim kurumlarına çöreklenen dinsel unsurlar, bilimle çatışan, çelişen ve bilimin mum ışığını söndüren bir nitelik taşır. Laiklik ve bilimsel eğitim, dinin düşünce esnekliği, çeşitliliği ve sistematikliğini tehdit eden sınırlandırıcılığına teslim edilmemelidir. Yaşadığımız neoliberal ve dijital çağda bilimin izini yitiren bir nesil tutunamaz ve barınamaz. Kapitalizmin bilimi ve insancıllığı da ne kadar besleyebildiği tartışma konusu. Ancak gerçek olan şu ki, tüm bilim, yaşam ve üretim modları analogdan dijitale geçiyor. Yeni nesli de dinsel hurafelere kurban etmemek lazım.

Psikoloji ve din ilişkisi her ne kadar dini bir “nevroz” ve dinsel ritüelleri bir “yineleme zorlantısı” olarak gören Freud’un din muhalifi görüşleriyle de başlasa ilerleyen zamanlarda sosyal, kişilik ve klinik psikoloji sınırları içerisinde manevi psikoloji çalışmaları yapılıyor. Bu sonuçlar epey çelişkili ancak maneviyatın olumlu özelliklerle ilişkili olduğuna dair bulgular epey popüler. Klinik deneyimime dayalı olarak ben de danışanların başa çıkamadıkları zor olaylarda dinden güç alabildiklerini görüyorum. Ama malumunuz son yıllar dindar ama seküler sınırda kişiler için dini sorgulama sürecine de döndü. Bence manevi danışmanlık meselesi yetişkinler için çocuklarımız kadar büyük bir risk değil. Örneğin atanamamış binlerce psikolog dururken, hastanelere imam atamak korkunç olsa da uyanılmayacak bir rüya değil. Asıl tehdit henüz serpilmekte olan, fiziksel ve ruhsal bütünlükleri için bilimin kapsayıcı ilgisine ihtiyaç duyan çocuklar için. İş işten geçmeden, kamuoyu tepkilerimiz ve ilişkili STK’lar yoluyla okulda imam kararının geri çekilmesini diliyorum. 

Bir ek yapmak gerekirse de risk dediğimde kast ettiğim en trajik sonuçlardan biri gerçekleşti geçen gün ben bu yazıyı yazarken. 12 yaşında bir çocuk Urfa’da AKP’lilerin açtığı bir Kuran kursunda ölü bulundu. Bu maalesef ilk veya son değil. Dini eğitimin, din destekli eğitimin, dinin kaos ve tahakküm olarak konumlandığı eğitim sisteminin sonu felakettir. Din kisvesi altında çocuklara ve gençlere dayatılan istismar ve zorbalığın önüne geçmek en önemli sorumluluktur. Çocuk ve genç ruhsallığı kırılgan bir dal gibidir. Körpecik zihinler ve bedenler dini baskıları ve onunla gelen olanca karanlığı kaldıramaz. Çocuklar ve gençler bilimin ve sanatın aydınlığını; empati ve onayla oluşan kapsayıcılığı ve yarına sağ salim ulaşmayı hak ediyor. Lütfen hepimiz bu dini tehdidin karşısında durmak için elimizden geleni yapalım.

Kederlerin Yerini Fikirler Alır

 Yıllar geçtikçe, insanın duygu repertuarındaki çeşitliliğe ve o duyguların şahsi dışavurumlarına daha çok şaşırıyorum. İnsan duygularının, ilginç bir dinamiği var. Belli bir anda, bir hayat olayı karşısında, kişi gelişimsel öyküsüne bağlı olarak sahip olduğu duygu repertuarını, aktarımlarını ve olaya vereceği yanıta dair örüntüleri bazen hiç de bilinçli olmadan devreye sokuyor. Hepimiz aynı olayı yaşıyor ama bunu bambaşka işleyip yanıtlar veriyoruz: inciniyoruz, öfkeleniyoruz, çıldırıyoruz, içimize dönüyoruz, şakaya vuruyoruz, olaydan duygusal olarak ayrıklaşıyoruz, bütün duygusal yatırımımızı oradan çekip borsaya (!) yatırıyoruz, kendimizi edebiyatın ve sanatın kucağına atıyoruz, içiyoruz, dağıtıyoruz, kuduruyoruz, sessizleşiyoruz…

Kendimin, çevremin ve danışanlarımın bir hafta önceki büyük toplumsal yıkım karşısında hallerini izlerken aklımdan hep şu geçiyor: Bu çok iyi tanıdığım insanların bu ortak hayal kırıklığı karşısındaki bireysel yanıtlarına hiç de şaşırmıyorum.

Yaşamla nasıl ilişki kuruyorsak, travmatik yaşam olaylarıyla da aynı şekilde ilişki kuruyoruz. Aklımda birkaç gündür bir örnek dönüyor. Tamamen haksız olarak bir hücreye konmuşuz (evet bunun gerçekçiliğinin maalesef farkındayım ancak burada anlatmak istediğim farklı).

Ne yaparsak yapalım bu hücreden çıkma şansımız yok. Ne yaparız? Aslında bunun sinemadan ve edebiyattan da esinlenerek verilebilecek birden çok yanıtı var. Örneğin bir köşeye çekilip, çaresizliği kabullenip, bilinmeyen bir tarihteki özgürlükten ümidi baştan kesip “yok olmayı” bekleyebiliriz. Bir filmdeki gibi boşluk bulup çay kaşığıyla tünel kazmaya girişebiliriz. Avaz avaz bağırıp, küfredebiliriz, kendimize zarar verebiliriz. Yine bir filmdeki gibi çığlık çığlığa şarkı söyleyebiliriz. Kitap da yazabiliriz ki bu epey iyi bir fikir. Bunların hepsini de yapabiliriz, hiçbirini de. Ölmeyi de seçebiliriz, mücadele etmeyi de. 

İşte yaşam bu kadar keskin ikilemlerle geldiğinde, devreye bizim biricik dinamiklerimiz giriyor. Travma karşısında ne kadar esneyip, kırılmadan kurtarabileceğimiz genetik repertuarımızla elbette ilişkili. Ama inanın tek neden bu değil. Eğer doğduğumuz andan itibaren bir belirlenmişlik tek gerçek olsaydı, gerçekten yanmıştık. Yaşam derin bir öğrenilmiş çaresizlik paradigmasından öteye gidemezdi. Bir imkânsızlığı, haksızlığı, yoksunluğu kabul etmekten başka bir çare görememeyi getirir bu. Örneğin ben kendi genlerimden, ailemden getirdiğim baş etme mekanizmalarıyla ömür sürseydim şimdi hâlâ seksek oynuyordum hayatla. Oysa yaşam karşına bin tane bilge insan, bin tane hoca, bin tane kitap, bin tane dernek, bin tane olasılık çıkarıyor. Aynı bireysel veya toplumsal olayla başa çıkmaya çalışan insanlar bir akranlık, duygudaşlık, ikizlik yaşıyor. Yan hücreden birinin şarkısındaki ezgiye tutunmak gibi yani. Benim zihnim olayın etkisiyle hata verdiğinde, elinde kâğıt kalem muhasebeye oturanın yanına yanaşmak gibi. Duymaya, görmeye, hissetmeye yeniden açık olmak gibi.

Travma etkisi yaratan bir olaydan sonra içe dönmek, dinlenmek ve yaşananın tozunu pasını üzerinden atmak istemek de çok insanca. Kendini hemen analizlere açmak, hesap kitap yapmak, özeleştiri yapmak politik de olsa sıradan bir insan için başlangıçta çok da elzem olmayabilir. Bunu bir örnekle açayım. Bir yolculuğa çıktınız. Başından beri tatsız tuzsuz bir yolculuk. Ancak yolculuğun bir yerinde yolun, trafiğin, hava koşullarının vb düzelmesini bekliyorsunuz. Büyük bir umutla o kırılma anına geliyorsunuz, ancak bir de bakıyorsunuz yol çökmüş. O yolculuk noktasının hayal kırıklığından, yorgunluğundan, öfkesinden önünüzü görmeniz mümkün mü? Yolculuğun ne olduğu yol bittikten sonra anlaşılır. Kan ter içindeyken de berrak bir görüş alanı her zaman mümkün olmayabilir. Bu nedenle bize travmatik bir deneyim yaşatan sorumlulardan beklentimiz hızlı kaçamak yüzleşmeler değil; zamana yayılmış ama zaman çizelgesi hakkında net bilgilendirmeler yapılmış bir süreç olabilir.

Gelelim işin özüne. Yazının başından beri “travmatik” olay diye bahsettiğim halin yaşadığımız seçimler olduğu aşikâr. Psikolojik terminoloji açısından, geçirdiğimiz bu iki seçimi travmatik olarak adlandırmam aslında mümkün değil. Psikoloji literatüründe travma dediğimizde; kişinin ruhsal ve fiziksel bütünlüğüne tehdit oluşturan olayları kastediyoruz.

Yangın, sel, deprem, kaza, fiziksel veya cinsel şiddet vb. Peki neden bu terimi kullanıyorum? Çünkü yaşadığımız seçimler, tüm bu saydığımız travmatik olayların zihnimizdeki temsiliyeti açısından bir tehdit algısı taşıyor. Biz (ülkenin en azından yarısı) travma niteliği taşıyan tüm bu olayların tek adam iktidarında önlenemediğini, müdahale edilemediğini, sorumluların cezalandırılmadığını tekrar tekrar gördük. Ülkedeki her selde, her yangında, her depremde kayıplar verdik. Fiziksel ve cinsel şiddetin kurbanı olan kayıplar da verdik. Bu en majör travma deneyimleri karşısındaki çaresizliğimizin izdüşümüdür; kurtuluşu seçememiş olmanın zihnimizdeki yankısı. 

Peki ya şimdi? Tüm ihtiyaç, arzu ve değerlerimizden yoksun kaldığımız bu noktada elimizde ne var? Çay kaşıklarımız var. Şarkılarımız, marşlarımız var. Sermaye sınıfının hoyratlığına karşı emeğimiz var. Zamanın eli var omzumuza konan. Yardımseverliğimiz, insancıllığımız var. Kapı gibi Gezi Direnişi’miz var (Gezi şehitlerine ve tutsaklarına selam olsun). Var daha bir şeyler ama dostlar inanın ben de tam bulamadım bu hafta. Bir yolculuk molasından daha erkenden dinlenip yola düşenler bize anlatsınlar, yolun ilerisinde neler var. Bana kalırsa acelemiz yok, elbet biz de silkinip devam edeceğiz. Bu psikolojik yıkım sonrası biz de bu yoldaki yerimizi bulacağız. Gençlik yıllarımda okuduğum bir Carlos Castenada romanında bilge kişi öğrencisini bir verandada sabahtan akşama kadar bırakıyordu. Ona “kendi noktanı bul” diyordu. Öğrencisi tüm günü yerde, güneş altında kendisini en rahat hissettiği noktayı bulmakla geçirdi. Kendini tamamlayan o noktayı bulduğunda akşam olmuştu, ama güzel bir akşam…

Hepimiz kendi kişisel alanımız içinde kendimizi ve hayatımızı yeniden konumlandırmanın bir yolunu bulmalıyız. Eğer istersek çok daha ilkel baş etme yöntemleri de var; karanlık bölümü zihnimizden ayırıp duvar örmek, üstüne çıkıp tepinerek gömmek gibi. Ancak ben bu toplumun en sık başvurduğu bu yöntemleri ruhsal olarak tasvip etmiyorum. Gerçeklik çıplak mı çıplak, acı mı acı. Ama mücadele etmemek için bir neden göremiyorum. Önce kendi biricik alanlarımızdan başlayarak biraz yavaşlamaya, ama yavaşlarken yok saymamaya, dayanışmayı ve örgütlülüğü büyütmeye, ismine bu ara umut demesek de direnmeye ihtiyacımız var. Biz bugüne yıllara yayılan akıldışılıklara, haksızlıklara, eşitsizliklere, hırsızlıklara tanık olarak geldik. Ancak toplumsal reaksiyonların, sosyal medyanın ve güçlü çoğunlukların; toplumsal ve ahlaki yağmanın seyrini değiştirmekteki küçük ama kıymetli etkisini gördük. Sanırım bunu yine yapabiliriz. Daha birçok sosyopolitik manevra gibi. Daha iyi fikirler de gelecektir.

* Marcel Proust’un dediği gibi; kederler çekilince…

Yarın Sabaha Mektup

 Yarım asıra yaklaşan ömrümde onlarca mektup yazdım. Gergin mektuplar, sevgiyle dolup taşan mektuplar, özür ve af dileyen mektuplar, umutlu mektuplar, mektupların şairi Haydar Ergülen’den esinlenen mektuplar…

Ama ömrümde ilk defa böylesini yazıyorum. Zihnim ve duygularım bulanık. Buna karşın bu mektupla neyi umuyorum, neyin uğruna bunca heyecanlanıyorum çok belli. Çocuklarına kendiyle meşgul olma şansı vermeyen ülkede o kadar yorulduk, yarıldık ve tükendik ki. Eşitlik, özgürlük, adalet, devrim, aşk ve barış bu kadar güzel ihtimallerken biz yıllardır o kadar karanlık bir distopyanın ortasına düştük ki…

Bir insanın varlığına ve birliğine en büyük tehdit değerler sistemine vurulan darbedir. Değerlerimiz; insanca bir yaşam, dayanışma, insancıllık, hakkaniyet, özgürlük, mahremiyet, saygı, sevgi, dürüstlük, şeffaflık, kapsayıcılık, kucaklayıcılık… Son çeyrek asıra yakın zamanda asla gözetilmeyen farklılıklarımızla yaşadığımız değerler çatışması psikolojik bir şiddete dönüştü. Zalimin zulmü, sevenin Tanrısıyla hep boy ölçüştü. Kazananlar ağalar, paşalar, para babaları oldu ve bu ülkede başka hiçbir dönemde kapitalizm bu kadar canavarlaşmadı. Yine hiçbir dönemde yurdum insanı tüm dişleriyle arsızca sırıtan kapitalizm karşısında bu kadar un ufak olmadı. Elimize iş, aş yazıp yaşamamıza son verirken kaç defa daha öleceğimizi bile bilemedik.

Sen yarın sabah, her sabah uyandığımız karanlığa karşı bir umutsun. İnsanlık tarihindeki herhangi bir 15 Mayıs’a bu kadar yük yüklemek doğru değil biliyorum. Sen altı üstü günlerin uzadığı, papatyalarla gelinciklerle bir olup taçlandığı, evde papazeriklerin tuzlanıp tuzlanmayacağına dair tartışmaların yaşanabileceği, çocukluğumuzun minik kokulu çileklerinden ilk mahsul reçellerin kaynayabileceği sevdiğimiz bir günsün. İnan biz de seni tarihin akışına bir dikilitaş gibi mimletmek istemezdik. Gel gör ki durum vahim, durum esaret, durum tehdit, durum zulüm, durum ölüm. Keşke baştakilere iklim krizine yönelik almadığı önlemlerden kırgın olsaydık da senin gibi temiz, tatlı bir sabaha bu kadar yüklenmeseydik. Ancak öyle değil canım 15 Mayıs, sana anlatmaya çalışacağım ve şimdiden ilgine ve anlayışına teşekkür ediyorum.

Psikoterapide bir prensip vardır. Her ne olursa olsun psikoterapist danışanını yönlendirecek tavsiye ve öğütlerde bulunamaz. Çünkü terapötik süreç gereği terapistin nötralitesi önemlidir. Benim (ve tahminen pek çok meslektaşımın) bir istisnai durumu vardır. Eğer danışanın kendi hayatından anlattığı ilişki ve çatışmalarda psikolojik, fiziksel, ekonomik ve cinsel şiddet var ise terapist bunun altını çizerek mimler. Burada belki yine bir yönlendirme olmayacaktır ancak danışanın verdiği mağduriyet bilgileri sonrası onu korumak ve kollamak terapistin sorumluluğundadır. Benzer bir durum şu anda bizim için geçerli; şiddet altındayız. Bu şiddeti bu ülkede öğrenciler; işçiler ve aileleri; ihraç edilen akademisyenler; LGBTİ+ bireyler; Gezi çocukları; sel, yangın, talana maruz kalanlar ve son olarak büyük depremde enkaz altındakiler ve aileleri katmer katmer yaşadı, yaşıyor. O yüzden yarın sabahcığım parmağımı kaldırıyor bugün şiddet var diyorum ve senden medet umuyorum.

Uzun badireli bir yolculuktan dönerken sıcak evinin hayalini kurmak gibi… Rüyada olduğunu fark ettiğin, iliklerine kadar korkup kaybolduğun ama bir türlü uyanamadığın bir kâbusun bitmesini arzular gibi. Yaşama dair tüm güçlüklerden geçerken, suların durulacağı ve sadece gereksiz işlerle uğraştığın anları özlemek gibi… Yıllardır bacağında takılı kalmış bir alçıyı artık kesip çıkarmanın vaktinin geldiğini hissetmek gibi. Önemsenmediğin, ilgi sevgi görmeden sürekli ihmal edilip tartaklandığın zalim yuvadan kuş gibi uçup özgürlüğüne kavuşacağın günü beklemek gibi. Godot’yu beklemek gibi, ya da Tatar Çölüne yabancı askerlerin gelişini… Yıllarca Baran’ını beklerken dilinden tek bir kelime dökmemiş, dökememiş Keje gibi… Beklemek romantik bir iş gibi duruyor ama değil. Zulüm varsa eylem şarttır!

Ben sosyal psikolog değilim. Seçmen davranışından pek anlamam. Belki de sağ-muhafazakâr bu ülkede işime gelmediğinden de anlamıyor olabilirim. Zira hayatımızı korku filmine çeviren karanlık tepeden inmedi, tepemize seçimle indi. Dolayısıyla bu kâbustan “3-2-1 haydi şimdi” diye uyanmak istemeyenler olabiliyor. Bu kadar yılgınlıktan sonra bu insanlarımızı anlayış ve şefkatle sarmalayacak bir modda da değilim. Onu zamanında “yetmez ama evetçiler” yaptı ve epey pişman da oldular bildiğim kadarıyla. Pişman olmayanların da canını sıkmak için gerekli her şeyi de yapıyoruz neyse ki. Sevgili 15 Mayıs şunu söyleyebilirim ki, senin babaların dedelerin zamanındaki kadar naif değiliz artık. Karanlığı defetmek konusunda daha kararlı ve netiz. Daha dayanışmacı, daha inatçı, daha konuşkan, daha uzlaşmacı ve hatta daha yaratıcı ve komiğiz. Bu espri tonu ve inat bize bir mayıs sonunun kuş cıvıltılarıyla dolu parkından miras. Her şey Gezi’den önce ve Gezi’den sonra denmesi bu yüzden.

Gezi bize bir ağaç, bir şehir, bir değer, bir inanç ve bir ülke için birlikte mücadele etmeyi öğretti. Biliyor musun 15 Mayıs, aslında birleşmenin ve dayanışmanın hiç tutsağı yok. Dikta siyasetine ters düştü diye şu an parmaklıkların ardında olan tüm mücadeleciler bizimle. Şimdi buna nasıl oluyor diyeceksin anlatayım. Örneğin bir çocuğun fiziksel olan birini veya bir şeyi zihninde taşıma kapasitesi zamanla gelişir. Perdenin ardına saklanan bir anne aslen de yok mudur? Çocuğun ilk yıllarında bu içselleştirmeyi yapma, görünmeyenin varlığını ruhsallığında devam ettirme becerisi kazanılır. Biz de tam bunun gibi parmaklıklar ardındaki siyasetçilerin, gazetecilerin, öğrencilerin ve tüm diğer tutsakların hâlâ aramızda olduğunu hissedebilme becerisi geliştirdik. Bana kalırsa yarın sabahın umudunu en diri tutan şeylerden biri de budur. 

Sevgili 15 Mayıs. Fani ömrümüzde nice şen şakrak 15 Mayıs’lar gördük. Çok da anlam yüklemeden gelip geçtik içinden. Oysa sen de duyuyorsundur, karar günü alındığından beri kimse seni dilinden düşürmüyor. Ürkmüş, karışmış ve bir performans kaygısına girmiş olabilirsin. Ancak üniversite sınavına hazırlanan kızıma söylediğimi sana da söyleyeyim; her ne olursa olsun sen bizim kabulümüz ve kıymetlimizsin. Takdir edersin ki çok stresli, öfkeli, tıka basa dolu, tahammülsüz ve sabırsızız. Bir şeylere inanmamız tutunmamız gerekliydi ve biz seni seçtik. Enkazların, topların, taşların, bize sallanan parmakların altında sıkıştık. Umudumuz bu düzenin açtığı tüm yaralara, kayıplara saygımızla kendimizi insanca var edebilmek. Bize umut olmanı dilerken, umudun edilgen bir varoluş olmadığını, taşın altına elimizi koymamız gerektiğini biliyorum. İnan bana elimizden geleni yaptık. Dilerim tek bir kişinin dahi canının yanmadığı aydınlık, onurlu, özgür bir sabahla karşılarsın bizi. Bu mektubu Haydar Ergülen’in mısralarıyla bitirmek isterim: “Bir zarf açılınca içi açılıyorsa kelimelerin mektup odur, bir zarf kapanınca dışarıda kalıyorsa bazı kelimeler mektup odur.”

Emek, Psikoloji ve Özgürlük

 21. yüzyılda dünyayı, eşitsizlik ve tutsaklık üzerine kurulu vahşi kapitalist döngüler yönetiyor. Döngü diyorum çünkü aslında sistem kendini büyük sermaye sahiplerinin çıkarlarının kollandığı ve ona hizmet etmesi beklenen işçi sınıfının tükenircesine bu insancıllıktan uzak ülküye hizmet ettiği senaryolarla ortaya koyuyor: tekrar ve tekrar.

Çeyrek asra yaklaşmadan son bulsun diye gözünün içine baktığımız iktidarın varlığında işçiler için işsizlik, çalışabiliyorsa mesai saatleri, iş kazaları ve iş cinayetleri katbekat arttı.

Bu iktidar adını tarihe doğa, kadın, öğrenci, akademisyen ve yaşamsal olan ne varsa onun düşmanı olduğu gibi işçinin ve emekçinin düşmanı olarak da yazdı. Oysa insan ruhsallığına en büyük tehditlerin başında güvensizlik ve fiziksel ve ruhsal bütünlüğe tehdit güvencesiz iş koşulları gelir. Yıllar içinde semirdikçe semiren yandaş sermaye sahiplerinin karşısında durabilecek, sağlıksız ve güvencesiz iş koşullarına karşı emekçinin haklarını savunabilecek tüm mekanizmaların da en derin suskunluğuna şahit olduk. İşçiler ağır çalışma koşullarını altında sağlıklarını, yaşamlarını kaybederken de, yüzlerce maden işçisi yeryüzünün altından aydınlığa geri dönemediğinde de susturulduk. Deyim yerindeyse diyemiyorum, çünkü deyim değil ama bizim yaşama hakkımıza “tekmeler atıldı”. Bizim umudumuzun ve direnişimizin annesine sövüldü. Ruhsal olarak baktığımda bu son 21 yılda yaşadıklarımızı eli, kolu, gözü bağlanmış yorgun bir boksörün havaya salladığı cılız yumruklar gibi duyumsuyorum. Sermayenin ve sermaye muhafızı yönetimin emeği ve dolayısıyla da insancıllığı türlü hile hurda ve taktikle baskıladığı bu düzenin sona ermesi, bu ruhsal esarete son verecektir.

Aslında çalışmak, üretmek, yaşama dokunmak, temas etmek ruh sağlığı için elzemdir. Bu dünyada insan canlısının ortaya koyduğu emekle ruhsal olarak canlanmasını, kendiliğine katma değer sağlamasını, dönüşmesini ve dönüştürmesini bekleriz. Emek en yüce değerdir dendiğinde kastedilen sermaye sahibinin kirli ayakkabı kutularına giren avantalar değil.

Yaşamın her alanında, kadının ve erkeğin, ev içinde ya da dışında ve yaşamın her alanındaki üretimini kastediyoruz. Sigmund Freud yaşamın temel taşını “sevmek ve çalışmak” (lieben und arbeiten) olarak tanımlar. Gelin görün ki, 2. Dünya Savaşında Nazi rejiminin milyonlarca insanın ölüme yollandığı çalışma kamplarında “Çalışmak özgürleştirir” (Arbeit macht frei) yazmaktadır. Kendi de bir Yahudi olan ve Nazi rejiminden kaçmak zorunda kalan psikolojinin babası Freud, çalışmayı insan ruhsallığının temeline yerleştirirken, toplama kamplarının simgesi çalışmakla gelebilecek özgürlük olmuştur. Ancak o özgürlük asla gelmemiş ve Hitler’in propaganda bakanı Goebbels’in söylediği gibi yalan tekrarlana tekrarlana tarihe iz bırakmıştır. Aslında kapitalist dünyadaki işyerlerinin de bir tür toplama kampı olduğu, ne kadar çok çalışılırsa o kadar köleleştireceği söylenebilir. Oysa insan ruhsallığının biricikliği; emek ve özgürlüğün iç içe olmasını, üreten insanın kendi sınıfının psikososyal iyilik halini artırmasını, Marksist ideolojide olduğu gibi “yabancılaşmadan” değer üretmesini gerektirir.

İnsanın çalıştıkça özgürleşeceği ve işin bir bireyin kendini gerçekleştirebileceği bir alan olduğu kapitalist düzenin en önemli “post-truth”larından biridir. Bu şekilde adlandırmamın sebebi istismar ve kölelik sistemine dönüşen neoliberalizmin kendi arka fonunu güçlendirmek için tekrarlayarak kullandığı bir üçkâğıt olmasıdır. Kendimizi işimizle gerçekleştirmiyoruz. Biz insancıl ve adil bir dünya inancı içinde eğitim, birikim ve donanım kazandığımız mesleğimizle bir iskelet oluşturuyoruz. Üstüne basarak söyleyeyim: Bir bütün değil bir iskelet. Yaşamın ilk gününden itibaren hazırlığını yaptığımız da işimiz değil. Biz, bize bakım veren ötekilerle temas etmeyi, beslenmekte ve diğer fizyolojik ihtiyaçlarda özerkleşmeyi, bilgi, beceri ve özel ilgi alanları geliştirmeyi öğreniyoruz. Kısacası iş ikincil, özerkliği tamamlamak için, kendi ayakları üstünde durabilmek için. Endüstriyel ve organizasyonel psikolojiye baktığınızda işin, performansın, başarının en önemli ruhsal değerler olduğu konusunda kararlılar. Üzerine yazılmış külliyatla beraber beyaz yakalının işçiliği işte tam da bu eksene oturtuluyor. Tabir yerindeyse üreten, başaran, yükselenler güzelleniyor. Gel de aynı denklemi mavi yaka için kur! Kan ter içinde 15-16 saat çalışan mavi yakaya kariyer güzellemesi yap. Ama aynı mesaiyi bir beyaz yaka yapınca ve yatağa girene kadar bilgisayarına yapışık yaşayınca çok elit oluyor değil mi? Ah vahşi kapitalizm, senin üçkâğıdın bir tek kariyer gurusu beyaz yakalıya söküyor. Kandırma çocukları!

Emek ve özgürlüğün ruhsallığının temelinde mavi olsun beyaz olsun işçinin, emekçinin fiziksel ve ruhsal bütünlüğünün korunması vardır. Emekçinin yaşamı her şeyin üstündedir ve güvenli, insanca çalışma koşulları olmazsa olmazdır. İş güvenliğinin kaytarıcı, dönemlik protokollerle geçiştirilmesi kabul edilemez. Kendini yaşamsal olarak güvende hissetmeyen bir işçi olumsuz fiziksel koşullara, kronik strese ve kaygıya maruz kaldıkça fiziksel ve ruhsal hastalıklara yakalanma riski artar. Bu fiziksel hastalıkların başlarında “tükenmişlik sendromu” gelmektedir ve sektörden sektöre değişse de çok yaygındır. Yurtdışında bu psikolojik rahatsızlığın nörobiyolojik süreçlerine dair çok sayıda çalışma yapılmaktadır.

Tükenmişlik sendromu sadece psikolojik değil, fiziksel de bir yüktür. Hasan Hüseyin’in söylediği gibi: “çalışmışım on beş saat, tükenmişim on beş saat…” Günde 15 saat çalışan biri asla tam anlamıyla sağlıklı olamaz. Şimdi olmasa 3 gün sonra, o olmasa 2 yıl sonra tak eder canına. Hatırlatmaya gerek var mı? Size yok biliyorum ama sermaye sahipleri açsın kulaklarını duysun! İnsanca çalışmak, üretmek, dinlenmek ve yaşamdan izole olup yabancılaşmadan yaşamı iliklerimizde hissetmek istiyoruz! “Sıcak bir ev, sıcak bir yemek, sıcacık bir yatakta unutturan öpücükler…” istiyoruz.

Bu ülkenin 1 Mayıs tarihi kanlı, yaralı. İşçinin ve emekçinin tek düşmanı bu dönemin katilleri değil. Ancak bu devrin yandaş yeşil sermayesi çok daha işbirlikçi ve dolayısıyla çok daha semirmiş. Sendikaların, meslek örgütlerinin ve diğer STK’ların çabalarına karşın rantçı, insanlık düşmanı hükümetin rüzgârı çok sert ve terbiyesiz esiyor. Ama bu tarihi 1 Mayısla beraber, işçinin emeğinin onu insanca bir yaşama taşıyacağı bir inanca tutunmak istiyoruz.

İnsanın ruhsallığından söz edebilmek için her şeyden önce güvenlik ve sağlık lazım. Temel insani ihtiyaçların ezbere karşılanması lazım. Tıpkı deprem bölgesindeki gibi elzem olan önce sağlığı, varlığı kollamak. Ruh sağlığı ardından aşama aşama gelecektir. Emek ve özgürlük ruhsal bütünlüğün de temelindedir. İnsanca çalışma ve yaşama hakkımız gaspedilemez. İşçiyi, emekçiyi, bizi yerden yere vuran rüzgâr yavaş yavaş yön değiştirirken umudumuzu diri tutalım. Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın işçinin ve emekçinin bayramı!

Uzun Bir Yolun Başında

 Her şey o güne kadar o kadar sevimsiz, öngörülemez ve bunaltıcı gidiyordu ki. Aklı selim insanlar memlekette neler olup bittiğinin; siyasi, hukuki ve ekonomik yutulmanın buz gibi farkındaydı. Günler bağırıp uyanmak istediğimiz kötü rüyalar gibi sürüyordu. Bir şeylerin çok yanlış gittiğinin bal gibi farkındaydık ama işte büyük harflerle bu ülkenin kaderine başkaldırmanın bedeli ağırdı. Biz ağırdık. Sanki üstünde yaşadığımız toprakla beraber tüm ağırlığımızla yerin merkezine doğru çöküyorduk. Seçim diyorduk, hele bir seçim olsun. Ama seçebilecek olmanın müphem olasılığı bile bizi hafifletmiyordu. Bu ülkenin 6 Şubat 2023 tarihiyle birlikte altında kaldığı enkaz, yıllar içerisinde birikti ve biz bir sabah hep beraber altında kaldık. Bir yüzyıllık bir ömürde deneyimlenebilecek her duyguyu depremin ardından günbegün, anbean yaşadık. Bu depremin, bu felaketin, bu katliamın bize getirdiği şey kalbimize bir ok gibi saplanan tüm ağır duyguların yelpazesinde buz kesmek oldu. Acı, korku, isyan, umut, öfke, utanç, çaresizlik, yas, inat ve hüzün belki de ilk var oldukları günden beri bu kadar net ve soğuk bir gerçekliğe dönüşmemişlerdi. En azından bize öyle geldi…


Olumsuz duyguları taşıyabilme yetisi açısından gelişmiş bir toplum değiliz. Aslında evrensel anlamda yası işlemeye hizmet eden ritüeller açısından oldukça da zenginiz. 7’si, 40’ı, 52’si, duası, helvası derken yitirilenlerin ardından sorumluluk gördüklerimizle uğurlamaya önem veririz. Ama bu kez her şey çok farklı. Bu kez uğurlamak çok güç. Kendini bilmezlerin salaları göğüs kafesimize bir bıçak gibi saplandı. İnsan sayısını bile tam bilmediği kayıpları nasıl uğurlar? Mumlar yakıyor, bağışlar yapıyor, dualar okuyoruz. Mumlar insanlığa dair son iyi niyetlerimizi eritiyor, bağış yapılan kurumlar ticarethane çıkıyor, dualar dilimizde küfre dönüyor. Etrafımdaki yüzlerce insanla konuşurken “Üzgün değil, öfkeliyim ben” sözlerini işittim. Çok haklılardı, ortada öfkelenecek çok şey, bağışlayabilecek az şey vardı. Kendi öfkemi aradım katman katman acının içinde. Buldum, gördüm ama dokunamadım. Tuzağa düşürülmüş gibi hissettim kendimi. Acının tüm çökkünlüğünü kabul etmenin bedelini, sımsıcak ve kızıl bir öfkeden menedilmekle ödedim. Ama yerin üstünde dimdik tuttuğunuz alev alev öfkeniz bana umut oluyor. Sakın söndürmeyin! Bu sahte, acımasız düzeni al aşağı ederken bize lazım olacak.

6 Şubattan beri bir tek gün sosyal medyadan ayrı durmadım. Bu bilinçli ve istemli bir karardı. Bir felaketin ardından olup bitenlere, aramama kurtarmamalara, hırsızlıklara, kayıplara, acı yakarışlara kulaklarımı hiç kapamadım. Ama kendini bir nebze olsun olup bitenin ağırlığından korumaya çalışanlara da saygı duydum. Kayıplar için olamasa da kalanlar için bir şeyler yapmak gerekiyordu ve bunun için tam olmalı, ayakta durmalıydık. Ama sosyal medyada sesini duymadığım her ağıt için suçlu hissetmek istemedim ve yüreğime saplanan her kelimeyi dinledim. Bu dönemi böyle deneyimlediğime pişman değilim. Yaşamı hedefler, hayaller ve mutluluklar peşinde bir maraton gibi algılayan düzen sevicilere inat; kalbimi, zihnimi ve acımı yavaşlattım. Yer çekimli bir karanfil gibi, elden ele büyüdü tüm duygular. Korksam da kaçmadan, kaçsam da ilk köşe başından geri seğirterek acı, hüsran, kaygı, isyan ve tüm duygularımın içinde durabilmeyi deneyimledim. Şimdi anlıyorum ki yaşam bazen anestezisiz bir ameliyat ve duyuların keskinliğine güvenmek gerekiyor.

Yaşamın bir algoritması var ve bazen önlenemez şekilde hata veriyor. Çünkü doğanın da yaşamın da algoritmasıyla oynayan birtakım kötücül erk sahipleri var. İnsan eliyle, toplum eliyle, doğa eliyle, devlet eliyle diye ayırmak 21. yüzyıl sistematiğinde ahmaklıkla eşdeğer. Hele hele doğanın çıkar çevrelerince iğdiş edildiği bu düzende bir felaketi kader diye adlandırmak büyük bir insanlık suçu. Bu ülkenin tarihi ihmal ve istismar tarihidir. Bu ülke hiçbir kaybın, cinayetin, katliamın yasını tutamadı. Bir çeyrek yüzyılda ’99 depreminin acılarını saramadı. Çünkü şimdi de olduğu gibi katil zanlılarının olay mahalini son ziyareti sonrası bölge kaderine terk edilmek istendi. Peki bunu değiştirebilir miyiz derseniz, büyük inançla evet demek isterim. Unutmadık, unutmayacağız, affetmeyeceğiz, helalleşmeyeceğiz demek isterim. İşte öfkenin tam da burada devreye girmesi, palazlanması, birleşmesi ve yüzyılların makus talihinden makas değiştirmesi gerek.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şey yaşadığımız felaketi zihinsel olarak konumlandırmak, olaya eşlik eden duygu repertuarını fark etmek, acıdan ve kaygıdan koşturarak kaçmadan, duyumsayarak ve iyileşmek için canlanmaya ve direnmeye pay bırakarak deneyimlemektir. Kaybedilen yüz binlerce canın en gür ağıtını yakabilmek için bu deneyimin kıyısında durabilmeliyiz. Deneyimin kıyısında durabilmek ne demektir? Öncelikle karşımızdaki ötekinin duygusunu derin bir empatik süreçle algılayabilmektir. Kilometrelerce uzakta, hiç tanımadığımız bir insanın hissettiği çaresizliği iliklerinde duyumsamak demektir. Karşımızdaki insana çare olamasak da, onun buhranından korkmamak, acının sesini, yasın sessizliğini onunla birlikte duyabilmek demektir. Toplumsal anlamda baktığımızda da, seni kaybınla ve acınla sarıp sarmalamayı göze alıyorum demektir. Anlayacağınız üzere deneyimin kıyısında durmak zor iştir ancak bu toplumsal bir iyileşme için elzemdir. Eğer gerçeği, kaybı, acıyı inkâr edersek, ağrıyan zonklayan parçayı kesip atmak istersek geçici bir rahatlama sağlarız. Acıdan kaçmış, yas tutmamış bir toplum er ya da geç bir türlü iyileşmeyen kısımların küfünden etkilenir.

Kısacası bu toplumsal travmayı aşabilmenin yolu deprem sonrası ortaya çıkan tüm olumsuz duyguları göğüsleme cesaretinden geçer. Gidenler içimizde yaradır ve kalanlar için yaşam artık bambaşka bir şeydir. Artık hiçbir şey içinden geçtiğimiz Şubat’tan sonra aynı olmayacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz tüm olumsuz duyguları kabul ederken empatiye, dayanışmaya, yardımlaşmaya, güçlenmeye, adaleti tesis etmeye ve direnmeye her zamankinden çok ihtiyacımız var. Bunun örneklerini yakın, uzak, basit, karmaşık, yerel, global, politik, sosyal bağlamlarıyla gördük. Bundan sonrasında da artırarak devam ettirmek gerekecek. Bu söylediklerimin hepsi yoğun, gerçek, tiz duyguları asaletle üstümüzde taşıyabilmekle mümkün olacak. Örneğin hep beraber tuttuğumuz bu yas, insana, yaşamsallığa ve hayata verdiğimiz değeri mümkün kılacak. Sosyal medya dijital bir taziye evi hale gelmişken, arkada kalanlar gidenlerine kelime kelime, harf harf ağlarken biz de insan öykülerine verdiğimiz değeri tekrar konumlandıracağız. Deprem sonrasının ilk anlarından beri güç sahiplerinin kirli oyunları, vurdumduymazlıkları, karanlıklarına duyduğumuz öfke ile de adaleti yeniden tesis etmenin yasal yollarına güç vereceğiz. Tüm bunları yaparken dinmeyen acımız bize yaramızı kimlerin açtığını hep hatırlatacak. Sabretmeyi öğrendiğimiz, inat etmeyi huy edindiğimiz ve umutsuzluklara alışmadığımız için mümkün olacak hesaplaşmak. Travmayı aşmakta duygular en büyük rehberimizdir.
Büyük felaketimizin üzerinden haftalar geçti. Acımız hâlâ çok taze. Depremi yaşayan onlarca şehir, milyonlarca insan, kayıplar, yaralanan ve sakat kalanlar, evini, işini, şehrini kaybedenler var. Belleğimizde ise ağıtların bıçak gibi keskin izleri. Upuzun bir yolun başında durmuş bekliyoruz. Sanki bir adım atsak boşluğa yuvarlanacağız. Ama mecburuz, bebek adımlarıyla da olsa yol almak kaçınılmaz. Öncelikle bu yasın hiç de kolay bitmeyeceğini, mevsimler gerektirdiğini unutmayacağız. İnsan olana temastan, dayanışmaktan ve tüm duygularımızı cesurca kapsamaktan geri durmayacağız. Ağıtsa ağıt, yassa yas hiçbir acı yalnız yaşanmayacak. Yol boyu kol mesafemizde bir canın bizim için orada olduğuna inanarak yol alacağız. Günü gelir, yolun sonu da görünür, berraklaşır insanca bir umut. O zaman işte karanfil elden ele.


Psikoterapi Odasında Ötekinin Sesini Duymak

 “Ben ötekidir” Rimbaud.

Hayat ilişkiseldir; ben ilişkiseldir; öteki ilişkiseldir. Hayat yolculuğu bir kucakta başlar, yakınlaşmalarla sürer ve yine bir temasta son bulur. Bir insan kim olduğunu, ne olduğunu tanımlamaya kalkıştığında, ister istemez dahil olduğu, ait hissettiği gruplarla özdeşim yapacak ve farklı olanları kendilik tanımından dışlayacaktır. Önyargı dediğimiz şey kendinin tanımlamanın otomatik, mekanik ve negatif yüklü kısayoludur. Ötekileştirme ise kendi yaralarını saklayarak sağ kalmaya dair kötücül bir çırpınıştır. Klasik psikanaliz ve Nesne İlişkileri kuramları ötekileştirmeyi içteki, özdeki marazı bilinçdışı bir şekilde bir ötekine yansıtarak baş etmek olarak kavramsallaştırır. Oysa başta Heinz Kohut’un geliştirdiği Kendilik Psikolojisi gibi ilişkisel kuramlarda, ben ve ötekinin konumlandırılması gelişimsel olarak ilk bakım verenlerle kurulan ilişkilerin dinamikleriyle anlaşılmaya çalışılır (bu konudaki daha ayrıntılı yazım aşağıda*). Bu ilişkisel dinamikleri hafife almak mümkün değil çünkü nerede bir hırsız, katil, düzenbaz, diktatör varsa orada bireysel veya toplumsal düzeyde bir gelişimsel kırılma vardır. Tüm insanlık tarihi aslında “ötekileştirmenin” tarihidir. Sizin kulağınızda ötekileştirme nasıl tınlıyor bilmiyorum ancak kölelik de, savaşlar da, soykırımlar da bir diğerini “kendinden” görmeyip parmakla işaretlenenlerin dramıdır. Düşünün bir kez; Tanrı hepimizin altında yaşadığı gökyüzünü masmavi boyuyor ama biz insanlar olarak teni, dili, dini, mezhebi, kültürü, cinsiyeti, cinsel yönelimi vb. farklı olanın rengine katlanamıyoruz. Ayrımcılık psikanalitik olarak da, tarihsel olarak da ilkelliktir.


Toplumda ve hayatta ne varsa, psikoterapi odası onun simgeselidir. Yaşamda gördüğünüz kendilikleri ve ötekileri orada da görürüz. Matematiksel olarak bakıldığında, toplumda gördüğümüz toplumsal ve bireysel farklılıkları aynı oranda terapide görmek mümkün olmayabilir. Ekonomik nedenlerden ötürü psikoterapi “beyaz, yüksek sosyoekonomik statüden ve heteronormatif” bireylerin oyun alanı gibi görünebilir. Çünkü çoğunluk ve normatif değil, azınlık ve aykırı olmak özel sağlık hizmetlerine erişimi kısıtlayıcı handikaplarla gelebilir. Neyse ki durum tamamen bu değil, psikoterapi odasında her renkten, her sesten insanla çalışabiliyoruz. Onların ötekileştirilme hikayelerini ve açtığı yaraları büyük bir dikkat ve özenle dinliyoruz. Maalesef onları duyabilmek çok kolay değil, çünkü çoğu onlarca yıldır susturulmuş ve sesini, rengini kaybetmiş. Bu danışanlar için psikoterapi bazen bir seslendirme çalışması haline bürünüyor. “Ben buradayım, varım, sesim soluğum çıkıyor; duyuluyor ve dinleniyorum” demeleri için her şey. Aile içinde utanç nesnesi gibi ötelenmiş kız çocuğunun, “aman kimseye söyleme” diye büyütülen Alevinin, ailesinin köyü, barkı yanmış Kürt delikanlısının, ülkede bir avuç kalmış Afro-Türkün, “kadınsı” bulunduğu için korku ve dehşetle yaşamış eşcinselin ve tüm diğer ötekilerin soluklanıp dillenmesi için.

Yıllar önce anime kısa bir video izlemiştim ve maalesef tüm aramalarıma rağmen onu tekrar bulamadım. Videoda normal görünümlü olsa da aslında balon gibi yerçekimsiz havalanan bir çocuk babasıyla dolaşmaya çıkıyor. Tatlı ve neşeli bir çocuk bu. Parka gittiklerinde diğer çocuklarla oynamak istiyor ve başta onlara katılıyor da. Sonra çocuklar onun yerden yükseldiğini fark ediyor, önce korkuyor, sonra yadırgıyor, sonra sırtlarını dönüyor ve en son öfke duymaya başlıyor. Kısacık bir sekansta ayrımcılık tarihi gibi. Sonra çocuk üzgün bir şekilde babasıyla diğerleriyle temasın az olduğu kuytulara çekilmek zorunda kalıyor. Tüm ötekileştirilenler gibi. Ne zaman bir farklılığı için yoksunlaştırılan birini dinlesem aklıma bu video gelir. Eğer psikoterapi odasında karşınızda oturan kişi her türlü ayrımcılığa karşı savaşmaya ant içmiş bir aktivist değilse, hep bu yoksunluğu, bu kuraklığı görüyorsun danışanda. Egemen faşizan sistemin farklı olana asla tahammülü yok. Bu danışanlar da aslında bize bile bu korkuyla geliyor. Aylar boyu Alevi olduğunu, Kürt olduğunu, cinsel yönelimini benden saklayan kişiler oldu. Benim tarafımdan bile ötekileştirileceklerini, yargılanacaklarını düşündüklerinden mi? Bilmem belki… Belki de tıpkı yaşamın içindeki gibi farklılıklarını derine gömmek zorunda hissettiklerinden. Ancak burada şöyle bir risk var; danışanın öyküsünü istediğiniz kadar ayrıntılandırın, derinleştirin. Ötekileştirilmenin açtığı yaraları görmeden sağlıklı bir terapötik formülasyona ulaşmak mümkün değil. Tabii ki yarasını saklayan kadar, göğsünde bir nişan gibi taşıyan da var. Ancak ben terapi odasında daha çok “ötekinin” farkında bile olmadığı ayrımcılık yaralarına işaret ederken buluyorum kendimi. Erk sahibinin hegemonyasında bir yerlerinden vurulduğunu biliyor, acı çekiyor ama “yaran nerde” dediğinde gösteremiyorlar. Yazınının başından beri her biri benim için ayrı bir dünya olan danışanlarımı “öteki” diye anmak zorunda kalmak beni ziyadesiyle rahatsız etti. İçimden “sensin öteki” deyip duruyorum.

Psikoterapist olarak yıllardır çok fazla sayıda “ayrımcılık ve ötekileştirme” öyküsü dinliyorum. Onları yalnızca karşımda oturan yetişkinler gibi değil, farklılığı nedeniyle itilip kakılan çocukluklarının sesiyle de dinliyorum. Annesi Kürtçeden başka dil konuşamadığı için okulda alay konusu olan çocuğu da, mahalleden aforoz edilmemek için Alevi olduğumuzu kimseye söyleme diyen ailenin çocuğunu da, kafalarındaki kadın ve erkek tipolojisine uymadığı için küfür kıyametle dağlanan trans çocuğu da kucaklayasım geliyor. Ama onlar farklı sesi, rengi, dokusu olan her şeye karşılar. Evrensel olarak da yerel olarak da tek tipleştirilmiş bir idealleri var. Beyaz, sarışın, eğitimli, cis, üst sınıftan insan seviyorlar. Hatta bu prototipe o kadar bayılıyorlar ki, kapsama alanlarına böyle bir tip girince “aman aman ne tatlı biz bunu first lady yapalım, cumhurbaşkanı yapalım” diyorlar. Dolayısıyla kara kurunun, dulun, fakirin, işçinin, öğrencinin, transın, sakallı kızın, uzun kirpikli oğlanın acısı, sızısı kimsenin umurunda olmuyor. Şairin dediği gibi; yaşıyoruz sessizce yaramızı severek.

Yaramız demekte bir beis görmüyorum. Onların kuytuya çekip dövdüğü her ruh yaralıyor beni. Empati psikoterapi sürecinin en önemli aracıdır ve içinde olmasan da danışanın deneyiminin kıyısında dirayetle durmayı gerektirir. Önyargı, ayrımcılık ve ötekileştirme evrensel olsa da bizim ülkemizde pervasız bir saldırganlık halinde seyrettiğini yakılan, yıkılan, vurulan ve asılanlarla kanıtlamama hiç gerek yok. Koca bir köyün ihanet ettiği komünistler, ailesi tarafından reddedilen LGBTİ+ bireyler, “çocuklarınla gelirsen eve kabul etmem” diyen babaların ve annelerin kızları, her köşe başında kimlik sorularak tartaklanan Kürtler, kapısına konulan çarpının ruhunun üstünü çizdiği Aleviler, güvercin tedirginliğinde yaşayan Rumlar, Ermeniler… Benim psikoterapi odasında dinlediklerim de hayatın içinde ne varsa tam da o. Hep kısık bir ses tonuyla ve çekine çekine konuşan bir danışanı aylarca takip ettikten sonra ona dair tüm kaygı ve korkuların temelinde danışanın ait olduğu dezavantajlı grubun erke dair tehdit algısı olduğunu fark ediyorsun. Çünkü örneğin altından nesiller boyu Türk’ün gazabından korkmuş bir gayrimüslim refleks çıkıyor.

İnsanlık tarihinde önce benzerlikler üzerinden bir kurgu oluşuyor, hemen sonrasında ise farklılıklar. Hâkim dil, din, ırk, cinsiyet vs. olma mücadelesi asırlardır hiç hız kaybetmedi. Aydınlanmacılar sonradan “boş verelim farklılıkları öze bakalım” diyorlar. Daha etnik bir yerden bakanlar ise “farklılıkları neden kaybedelim ki” diyorlar. Terapi odası bazından bakınca hâkim sese değil ötekilerin mırıltısına odaklanmaktan yanayım ve o sesi yükseltmeye el vermekten. Egemen toplumun sadece evrensel farklılıklara değil fiziksel, zihinsel, ruhsal, estetik farklılıklara da tahammülü yok. Hazretler ırksal, mezhepsel, yönelimsel azınlıkları sevmediği gibi şişman, bipolar, otistik, raşitik de sevmiyor. İsterlerse sevmesinler, gün gelecek kabul edecekler. Buna inanmaya içinden geçtiğim tüm yaralı öyküler adına ihtiyacım var. Bize düşen de ötekinin sesini duymak (eski bir yazımdaki gibi**) ve daha da yükseltmek.


https://www.birgun.net/haber/kendilikler-gruplar-ve-otekiler-birlesmek-mumkun-mu-383609?s=03

** https://www.birgun.net/haber/otekini-duymak-304550